Sakat Tarih (I)

-
Aa
+
a
a
a

Alper Tolga Akkuş ile İdil Seda Ak, sakatlığın tarihini Antik Çağ’dan Ortaçağ’a kadar geçen süreyi odağa alarak konuşuyor.

Sakat Tarih (I)
 

Sakat Tarih (I)

podcast servisi: iTunes / RSS

Alper Tolga Akkuş: 2023’ün yeni yılın ilk programında karşınızdayız.* Bu hafta konuğumuz İdil Seda Ak. İdil Hoca’yla sakatlık tarihini ele alacağız. Engelli hareketine tarihsel bir bakış atacağız. Ama önce sizi tanıyalım Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği (TOHAD), Engelli Kadın Derneği (ENGKAD), Engelsiz Filmler Festivali, akademik kariyer, uluslararası çalışmalar… Birçok şeyi aynı anda yapıyorsunuz. Ve bir yandan da bir sakatlığınız var. Bu konunun detaylarını sizden öğrenebilir miyiz?

İdil Seda Ak: Kendimi engelli hakları aktivisti olarak tanımlıyorum. Engellilik alanında yaklaşık yirmi yıldır çalışıyorum. Hem profesyonel, hem de gönüllü olarak çeşitli yerlerde bulunuyorum. Sivil toplumla etkileşim hâlindeyim. Engelli hakları üzerine çalışıyorum. Türkiye'deki engelli hareketinin bir parçasıyım. Engellilik bakımından kronik bir rahatsızlığım var. Romatoid artrit olarak tanımlanıyor. On yıldan fazladır da romatizmam var. Bu romatizma bende seneler içerisinde bazı fonksiyon kayıplarına yol açtı ve günlük hayatımı oldukça etkiliyor. Dolayısıyla özellikle erişilebilirlik mevzusuyla alakalı kendi rahatsızlığımdan yola çıkarak savunuculuk yapıyorum.

A.T.A.: “Engelli Hareketine Tarihsel Bakış” başlığıyla bir atölye yapmıştınız. Bu atölye doğrudan bu programın içeriğini belirledi. Atölyeye başlamadan bir fotoğraf göstermiştiniz ve orada İngilizce bir slogan yazıyordu: “Disable Rights are Human Rights!” Dört ayrı engellilik modelinden söz ediyordunuz. Onları da konuşalım isterim.

İ.S.A: Bahsettiğiniz fotoğrafta dört beş kişi bir pankart tutuyor. O pankartta da sözünü ettiğiniz yazı yazıyor: “Engelli Hakları İnsan Haklarıdır”. Maalesef engelli haklarının insan hakları ajandasında yer alması çok yeni. Birçok kişiye insan haklarının aynı zamanda engelli haklarıyla ilgili olduğunu anlatmam çok uzun sürdü. Ama bu konuda bir farkındalığa sahip olmayan kayda değer bir kesim var. Hatta bir insan hakları akademisyeni bana “Ya İdil, seni anlıyorum. Engelli hakları önemli bir şey. İnsan hakları denince engelli haklarından bahsetmek tabii ki gerekli. Ama Türkiye'nin gündemi çok yoğun ve bundan bahsetmek çok kolay olmaz.” demişti. Ben de ona şöyle sormuştum: “Peki Türkiye’deki en önemli insan hakları krizi nedir? İnsan haklarıyla alakalı en önemli sorun nedir?” O dönemde de Türkiye'de çok fazla terörist saldırı oluyordu ve dedi ki: “esela patlamalar oluyor, terörist saldırılar oluyor. Saldırıları konuşmayacağız da oturup engelli hakları mı konuşacağız?” Ben de dedim ki: “Bu saldırıların çok büyük bir kısmında insanlar ölmüyor, sakatlanıyor. Yani bu saldırılar sonucunda engelli kalıyor, engelli oluyor ve dolayısıyla bu saldırılar engellilikle de alakalı. Bizim bu konuda bir politikamız var mı? Bu insanların travmatik süreçleriyle ilgili olarak sağladığımız herhangi bir hizmetimiz var mı? Bunların hepsi engelli haklarının savunusuyla ilişkili.” Dolayısıyla, insanlar engellilik meselesini geniş perspektifte düşünmüyor ve gerçekten çok dar bir alana sıkıştırıyor. Ben her yerde, her alanda engelli haklarıyla alakalı savunu yapabileceğine inanan biriyim. Engelli hakları birçok bağlamda ele alınabilir.

Engellilik modelleri

Senin bahsettiğin engellilik modellerine gelecek olursam. Tarihsel olarak çok farklı engellilik algılarından bahsetmek mümkün, ama tabii ki birinden diğerine geçiş mutlak olmuyor. Hepsi aynı anda bulunan algılar. Dört model var: Yardım Temelli Model, Medikal Model, Sosyal Model ve Kimlik Modeli ya da İnsan Hakları Modeli.

Yardım Temelli Model, tarihin de ilk dönemlerinden beri devam eden bir tanesi. Engelli kişilerin yardıma muhtaç olarak görülmesinde temelleniyor. Tarihte birçok metinde engelliler için aciz ifadesi geçer. Bu yardım temelli modelin bir yansımasıdır. Bu modele göre sağlam ve sakat kişiler vardır. Bu anlayış bugün de devam ediyor ama tarihin ilk dönemlerinde daha baskındı.

Sonra tıbbın ilerlemesiyle beraber Medikal Model geliyor. Medikal modelde ise medikal bilgiye sahip olan kişiler otorite. Onların verdiği kararlar çerçevesinde engellilere bakılıyor ve tedavi edilmeleri gerektiğine inanılıyor. Bu anlayış da bu inanca dayanıyor. Tarih boyunca görülen bir anlayış bu. Özellikle tıp etiğinin olmadığı, çeşitli yasaların bulunmadığı dönemlerde tıpla ilgilenen kişilerin akıllarına gelen her türlü yöntemi engelli kişiler üstünde uygulayıp tedavi etmeye çalıştığını görmek mümkün. Bugün de hâlâ bu anlayışın izlerini görmek olası.

Sonra, tarihsel gelişim içerisinde Sosyal Model geliyor. Sosyal modelde de özellikle 60'ların sonlarında hak hareketlerinin ortaya çıkışıyla birlikte engelliler de kendi hakları üzerine konuşmaya başlıyor. Diğer hak hareketlerinden de etkileniyor ve şunu söylüyorlar: “Engelli olmamız, bizi sınırlayan şey değil. Bizi sınırlayan şey sosyal çevre yani sosyal tutum ve davranışlar. Ya da diğer kişilerin yani engelsiz, sağlam kişilerin yarattığı çevresellik. Ve biz bunun sonucunda engelleniyoruz. Yeteri kadar erişilebilir koşullar sağlansa, tutum ve davranışlar değişse, biz kendimizi engelli hissettiğimiz bir durum yaşamayız. Hayatımıza en az engelsizler kadar iyi devam edebiliriz.” Bu da anlayış da tabii ki günümüzde kabul görmekte.

Bir sonraki model bütün bunları ileriye götürüyor: Kimlik Modeli ya da İnsan Hakları Modeli dediğimiz model bu. Engelli kişiler kendi engelliliklerini sahipleniyor ve tam da bunun üstünden kendilerini hedef alan mekanizmaya karşı çıkıp diyorlar ki: “Bu, benim kimliğimin bir parçası. Sen bunu zedeleyemezsin, örselemeyemezsin ve ben buna sahip çıkıyorum. Bunun üstünden savunumu yapıyorum.” Bu tutumu bugün diğer hareketlerde de görmek mümkün tabii. Mesela siyahi hareketinde de kimlik meselesi önemli bir mevzudur. Kadın hareketinde de nitekim öyle. LGBT hareketinde de kimlik meselesi ön plandadır. Ve artık engellilik bağlamında da merkezi bir konumda.

Tevrat, İncil ve Kur’an’da sakatlık

A.T.A.: Antikçağ, Antik Yunan, Roma, Tevrat, İncil ve Kur'an’da sakatlık nasıl algılanıyor? Mesela Ortaçağ’da, Rönesans’ta sakatlığa bakışı niteleyen faktörler neydi? 1700’lerin sonuna kadarki dönemi kısaca ele alabilir miyiz?

İ.S.A.: Engellilik meselesi Antik Çağ’dan neanderthallere kadar uzanıyor. Tabii ki engellilikle alakalı kayıtlara ulaşmak ve objektif olduğunu anlamak zor. Çünkü genellikle kayıtlar uzmanlar tarafından tutulmuş. Engelliyi tedavi etmek amaçlı engellilikle ilişkilenen kişilerin tuttukları kayıtlar söz konusu. Neandertallerin hayatlarına baktığımızda görüyoruz ki, şu ana kadar 50 tane tama yakın neandertal iskeleti çıkarılmış vaziyette ve bunların üçte birinde bir sakatlık hâlinin olduğunu görmek mümkün. Bu anlaşılır bir şey çünkü neandertaller o günkü yaşam koşullarında sürekli yürümek, savaşmak, avlanmak zorunda ve bunlar da onların sakat kalma ihtimalini artırıyor.

A.T.A.: Hayatta kalmaya çalışıyorlar diyebiliriz.

İ.S.A.: Evet, hayatta kalmak için mücadele etmek durumundalar. Ağaca tırmandıklarında düşebiliyor, bir hayvanın saldırısına uğrayabiliyor ve böyle durumlarda sakatlık yaşayabiliyorlardı. Enteresan bir şey de var ama: Neandertal topluluklarda sakatlanan neandertali geride bırakmama davranışı oturmuş. Bu çok ilginç. Çünkü tarihin ilerleyen safhalarında engelliler, gözden çıkarılmış kişiler hâline geliyor. Dolayısıyla böylesi bir dönemde engellilere aktif olarak destek olmaya çalışılıyor olması üstünde durulası bir durum bence.

Sakatlıkla ilgili bir diğer önemli kaynak ise kutsal kitaplar. Kaynaklar sınırlı ama en önemlilerinden biri bu kitaplar. Kutsal kitaplarda engellilikle alakalı birtakım kavramlara rastlayabiliyoruz. Bunlardan ilkine Tevrat'ta rastlamak mümkün oluyor. Tevrat'ta engellilik hâllerinden bahsediliyor ama Tevrat'ın geneline baktığınızda engelsiz kişilere yazılmış bir metin olduğunu görüyorsunuz. Birincisi, engelsiz kişilerin engelli kişilere merhamet etmesi gerektiği anlatılıyor. Bir diğer kısımda ise bununla çelişen bir ifade var ki o da bazı dini vecibelerin yerine getirilmemesi hâlinde engellilikle cezalandırılmayı kapsıyor. Sakatlık hem bir merhamet hem de bir ceza konusu olabiliyor.

Birazcık daha ilerleyip Antik Yunan ve Roma'da neler oldu diye bakacak olursak, Romalıların ve Yunanlıların engellilik meselesine birbirlerinden farklı şekilde yaklaşmış olduklarını görüyoruz. Yunanlılar engelli bir çocuk doğduğunda onu sağaltmaya, toplum içinde bir şekilde yetiştirmeye çabalamışlar. Ama Romalılar bunu yapmıyor. Romalılar doğumda tespit ettikleri engelli çocukları ihmal ve istismarla ölüme terk etmişler. Ama tabii ki Roma engellilik alanı açısından tutumu çok değişik bir medeniyet. Roma savaşçı bir medeniyet, dolayısıyla sürekli olarak savaş için sağlıklı erkek yetiştiriyor. Ve savaşlardan geri dönen bir sürü sakat erkekle karşı karşıya kalıyor ister istemez. Bu sakat erkekleri ise gözden çıkaramıyor. Tabii ki yeni doğan çocuk gibi değil onlar. Onları tekrar topluma kazandırmak için bayağı çaba sarfediliyor ve bu, engellilik alanında da önemli gelişmelere yol açıyor. Bu gelişmelerden ilki protez yapımı. Bronzdan ve tahtadan protezler yapılmış. Ve bu konuda yasalar getirilmiş. 6. yüzyılda Jüstinyanüs Yasaları yasa var. Orada engelli kişilerle birtakım haklar tahsis edildiğini görüyoruz. Mesela zihinsel engelli kişiye işlerini yapabilmesi için bir kişinin yardımcı olması sağlanıyor ki böyle bir hak bugün Türkiye'de hâlâ yok. Bu, kişisel asistanlık desteği dediğimiz şey. Kişiye sağlanan evlenme hakkı, mülkiyet hakkı da cabası. Roma’daki yasalar bu maddeleri de içeriyor. Dolayısıyla, Romalılar konuyu ele alış biçimleri açısından oldukça ileri bir noktadalar. Ama doğan çocuklar açısından oldukça kötü bir yaklaşımları var.

Biraz daha ilerleyecek olursak karşımız bir başka kutsal kitap olan İncil çıkıyor. Bu kitapta İsa'nın sağaltıcı etkisi engellilikle ilişkilendirilir. İsa’nın hasta ve engellileri iyileştiren biri olduğu düşünülüyor. Bir sürü kilise gravüründe bu durumun temsilini görebiliyoruz. Bu gravürlerde İsa tarafından şifalanan birçok kişi resmediliyor. İncil’de engellilerin İsa’nın iyileştirici gücüyle engelsiz hâle geldiğine inanılıyordu.

Kur’an’da ise durum farklı. Bu kitap, engelliler konusunda en kapsamlı terminolojiyi içeren kutsal kitap. Farklı engellilik hâllerine atıfta bulunuyor. Ama onda da Tevrat'taki gibi ceza ve merhamet ilişkisi yine mevcut. Bir yanıyla engelsiz kişilere seslenişinde, “Merhamet etmelisin engellilere” diyor. Öte yandan da kişi yine bazı dini görevleri yerine getirmezse ceza olarak engelliliğe mahkum edileceğine dair birtakım ifadeler var. Ama Kur’an’da Tevrat’tan farklı olarak engelli kişilere de atıf yapılmış yani onlara hitaben cümleler var. Ve bu bağlamda iki kavram ön plana çıkıyor: Hayır ve şer. “Sen bu engellilik hâlini şer olarak algılıyorsun ama bunda da bir hayır vardır” deniyor. Bir de tabi sabır, tevekkül meselesi var. Ve o da sıklıkla metin içerisinde geçiyor.

Diğer taraftan, bu kitaplarda anlatılanların çoğu Batı kaynaklarından geliyor çünkü Doğu’dan gelen kaynaklarımız da çok az. Batı kaynaklarında Ortaçağ’da cüzzamın çok yaygın olduğunu görüyoruz. Cüzzamla alakalı tecrit merkezlerinin çok yaygınlıkla kullanıldığını biliyoruz. Ve bu nedenle cüzzam ya da o günün şartlarında yeterince anlaşılamayan diğer hastalıklarla alakalı birtakım tedavi, izolasyon ve hatta infaz yöntemlerinin kullanıldığını görmek mümkün olabiliyor. Yine bu dönemde demonoloji yani şeytanlaştırma anlayışı gelişiyor ve anlaşılmayan hastalıkların şeytanlaşmayla ilişkisi kuruluyor. Mesela epilepsi bu hastalıklardan biri. Epilepsi krizi geçiren birisi bir anda yere yatıyor, ağzından köpükler çıkıyor ve bu kişiye ne olduğu bilimsel olarak “Bedenine şeytan girdi, bu insan akıl hastası, onu cin çarptı” gibi ifadeler kullanılıyor ve kişinin şeytanlaştığı düşünülüyor. Bu kişilerin çoğu infaz ediliyor.

Bu bağlamda bizim coğrafyada iyi olan şeylerden biri, Türkiye’de, Suriye’de, Kuzey Afrika’da ve Güney Fransa’da özellikle de kör kişiler için imarethanelerin kurulmuş olması. Bu coğrafyada kör insanların yeme, içme, barınma hizmetlerini ücretsiz olarak alabileceği birtakım merkezler kurulduğunu görüyoruz. Yine kayıtlara göre Antalya’da, Demre’de Piskopos Nicholos tarafından zihinsel engelli kişilere yönelik böyle bir merkezin kurulduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Ortaçağ, sakatlık bağlamında hem iyi şeylerin hem de trajik şeylerin yaşandığı bir dönem diyebiliriz.

Ortaçağ’da Afrika’daki bir başka durum ise (ki bu durum hâlâ devam etmekte) albinoların şiddete uğraması. Ortaçağ’dan beri gelen bir geleneğe göre albino kişilerin uzuvları kesilir ve hasta ya da engelli kişinin bedenine sürülürse, o kişilerin iyileşeceğine inanılırmış. Bu günümüze kadar şöyle evrilerek gelmiş: HIV virüsü taşıyan bir kişi albino bir çocukla cinsel ilişkiye girerse, vücudu temizlenir gibi bir anlayış mevcut. Dolayısıyla bu çocuklar çok ciddi bir şekilde şiddete maruz kalabiliyor, uzuvları kesilebiliyor. Bu çocukları korumak adına kurulmuş koruma kampları var ve hâlâ da faaller. Bu kampların kurulma amacı, bu çocukların daha fazla şiddete maruz kalmaması ve kaldılarsa da bir an önce tedavi altına alınabilmeleri.

A.T.A.: İdil Hocam, aktardıklarınız için çok teşekkürler. Son olarak ne söylemek istersiniz?

İ.S.A.: Bugün engellilikle alakalı bir çok söylemi eleştiriyoruz, doğru bulmuyoruz. Belli tavır ve davranışları yanlış addediyoruz. Ama bunların hepsinin tarihsel bir kökü olduğunu görmek de gerekiyor. Dolayısıyla onları anlamak, üstlerine gitmek, bu söylemleri incelemek çok değerli. Bir insanı sahip olduğu bir fikir nedeniyle eleştirmeden önce bu fikrin tarihsel arka planına bakmak lazım çünkü bu, o fikri daha geniş bir perspektife oturtmamızı ve söyleneni bir kişiyle alakalı görmemizi sağlıyor. Son kertede sakatlığa dair oluşturulan fikirler bireysel değil, tarihsel.

* Bu programın ikinci kısmı, Sakat Tarih (II), 17.01.2023 tarihinde yayında olacak.